“Köy Çocuğunun Odaklanma Problemi Yoktur”

Anne ile ten teması da zekayı etkiliyormuş..

Tabii, kesinlikle, ben çocuklarımı hep yanımda, sırtımda taşıdım panellerde, her yerde. Çünkü insanlara akıl vereceğim, kendi çocuklarım yanımda yok. 3 çocuk sahibiyim, 3 çocuğum hayatım boyunca bana mazeret olmadı, yanımda gezdirdim, kusmalarından, ağlamalarından, kirletmelerinden, yaramazlıklarından kompleks yapmadım. Çocuk yaramazlık yaparak büyür, ağlayarak büyür, saldırarak büyür. Bedenleri büyümek istiyor, zihin büyümek istiyor.

Bazı anneler geliyor bana diyor ki; Halide hanım, çocuk hiperaktif teşhisli, doktor da ilaç verdi.

“Ne yapıyor?” diyorum,

“Bir görseniz evde koltukların üzerinde geziniyor.”

“Özür dilerim hanımefendi, evde ceviz ağacı var da çocuk mu tırmanmadı?”

Diyorum. Çocuk tırmanmak ister, yüksek bulduğu her yere tırmanır.. Bu doktorlar bayılıyorlar, çocuklara bir hastalık teşhisi koymaya. Diyor ki “odaklanma problemi var”.. Hiçbir Anadolu çocuğunun, hiçbir köy çocuğunun hiperaktivite problemi yoktur, çocuk zamanı geldiğinde, canı istediğinde öğrenecektir. Bizim istediğimiz zamanda istediğimiz konuda onu öğrenmeye zorlamak, zulümdür..

Üstün zekalı çocuklarla ilgili ne çalışmalar yapıyorsunuz, bir aile nasıl anlayabilir bunu? Çocuğunu zeki bulan anne ne yapmalı?

Stajı olamayan ender görev ve ilişkilerden birisidir anne-çocuk ilişkisi. Bizde çok çocuklu aile olmadığı için görebildiğimiz tek çocuk. Onun için de çocuktaki her davranışı, çocuğun ses çıkarmasını “Vavvv harika” diye karşılıyor ebeveynler. Biz de öyleydik. Annem dedi ki, “Siz doğduktan 6 ay sonra çapaklarınız açılırdı, şimdiki çocuklar gözlerini kaşıyarak dünyaya geliyor. Nesil de değişiyor, öğrenme modeli değişiyor, farkındalığı artıyor. Bir de zamanımızın çocukları muhabbet çocukları. Çocuklarımızla daha çok ilgileniyoruz, biz farkında değiliz ama televizyon izlerken karnımızdaki bebek de televizyon izliyor. Çocuğunuz müzik dinliyor, hikayeleri dinliyor, stresliyseniz, stresinizi, üzüntülüyseniz, üzüntünüzü hissediyor. Birincisi herkes kendi çocuğunu harika zanneder ve bütün çocuklar gerçekten harikadır. Ben buradan annelere demek isterim ki; her çocuk zekidir, her çocuğun yetenekleri var, doğadan koparmasınlar, yılda en az 15 gün doğayla iç içe olsunlar. Çocukları tatil köylerine değil, köylere götürsünler. Bir tavuğun yumurtladığını görsün, bir yumurtanın çatladığını görsün. Ayrıca bir çiçeğin büyümesini görmeyecek, bir fidan ekmeyecek, bir canlı ile muhatap olmayacak, köpeğin kulağını oynattığını fark etmeyecek çocuğun IQ’sunun kaç olduğu beni hiç ilgilendirmiyor. Çünkü hayata katacağı hiçbir değer yok. Zeka tahtada ve sınıfta geliştirilmez, onun için gidip dünya kadar o okullara para harcamasınlar, kimin çocuğuna “üstün zekalı” deseniz yılda 10 binlerce lira veriyorlar.. Özellikle üstün zekalı çocuklar, özel yetenekli çocuklar problemle karşılaştığında zekaları tahrik olur ve orada gelişirler.

Hiçbir teknoloji yoktur ki, kendisini doğadan taklit etmemiş olsun. Kuş uçmasını izlemeyen bir çocuğun uçak yapmasını, balığın yüzmesini izlemeyen bir çocuğun denizaltı yapması mümkün değildir. Onun için ailelere diyoruz ki, panik yapıp bir yere gidip “çocuğumun IQ’su kaçtır” demeyin, bu çocuğun sorularına cevap verin, siz cevap veremiyorsanız, cevap verenlerle yan yana getirin, akran ilişkisinden oyun ilişkisinden sakın koparmayın. Çok para verdiğiniz okullar çocuğunuzu iyi eğitiyor sanmayın.. Doğadan uzak konforlu salonlarda çocuk eğitimi olmaz.. Okulları bitirebilir diplomaları olur ama hayatlarında başarı hikayeleri olabilir mi acaba.. Zorlukla, sorunla karşılaşmayan zeka gelişmez.. Diplomalı ama problemle karşılaştığında panik olan kişileri gördüğümde şok olduğumu söylemeliyim.

Peki çocuklara ve çocuklu ailelere yönelik sosyal harcamalar; özellikle henüz okula gitmeyen çocuklar söz konusu olduğunda çok düşük. Bununla ilgili çalışmalar var mı?

Rakamsal bir bilgiye sahip değilim ama aile desteği olduğunu, anne baba desteği olduğunu; hatta biliyorsunuz son düzenleme ile birlikte anneanne, babaanneye torunlara bakmasıyla ilgili bir kaynak aktarımı söz konusu. Bunu tabii bir kısım şöyle anladı, “Rüşvet mi veriyorsunuz” dedi.

Hayır, insanların hayatlarını kolaylaştırıyoruz. Her zaman anne işe giderken çocuğunu bırakacak bir yer arıyor.

Bunun için bir maliyete zaten katlanıyor. Çocuğun kendi akrabaları içinde kendi tanıdıkları içinde güven duygusunun gelişmesi açısından; özellikle 3 neslin bir arada olmasını ben şahsen çok önemli buluyorum. Çocuğun duygusallığıyla, güven duygusuyla ilgili. Sabah kalktığında tanımadığı birisiyle karşılaşmak yerine, anneannesinin, babaannesinin saçını okşayan eliyle karşılaşmanın o çocuğa kazandıracağı çok şey var. 6 yaşından önce çocuk gelişimine harcayacağımız bütün rakamlarda çok bonkör olmamız lazım. Şimdi aile doktorlarının yanına, çocuk gelişimciler de verildi. Çocuk gelişimcileri çok önemli buluyorum. En az doktor kadar çocuklarımızın hayatına değecekler, ben abartarak şunu istiyorum: 3 yaşında bir çocuğum için bir doktora gittiğimde bana sadece besin reçetesi değil, oyun reçetesi de yazsın, oyuncak reçetesi de yazsın, odasının dizayn reçetesini de yazsın. Bu uygulamalar farklı ülkelerde uygulanıyor.. Okuyacağımız masalları da yazsın, çocuklar masalsız yetişmesin. Masal ve hikaye onun ufkunu geliştirir, hayal dünyasını geliştirir. Görsel ile okumak arasında büyük fark var. Şimdi kitabı okuruz, kitabın bir kötü adamı vardır, bu kötü adam sende; sarışın uzun boyludur, dişleri döküktür; bende kısa boylu esmer kafası bilmem nedir. Hepimizin hayalinde ayrı bir kötü adam vardır. Ekrana düşen kötü adam o yönetmenin kötü adam hayalidir. Bize farklı düşünme, kurgulama imkanı vermez. Küçük çocuklar okuyamayacaklarına göre, çok masal anlatmak gerekiyor. Ben annelere şunu söylüyorum; öyle masallar anlatın ki, adalet duygusu pekişsin, orada hep iyiler kazansın, çünkü dizilerde hep kötüler kazanıyor. Mesela öyle hikayeler anlatın ki, çocuğun 10 lirası olduğunda 1 lirasını zaten yok saysın başkasına vermek ve bağışlamak için. O yaşlarda öğreniyor çocuklar bunları. 6 yaşına kadar ne öğrettiysen, 60 yaşında karşılaştığın insan da o.

Yakın tarihte bir projeyi hayata geçirdiniz biraz bahsedebilir misiniz?

ULUSAL YETENEK VE MENTOR AĞI projesi genç yeteneklerimizi 12-17 yaş aralığında üniversite hocalarımızla bir araya getirmek ve alanlarındaki ilgiyi ve motivasyonunu artırmayı amaçlamaktadır.

Bir bilgisayar programı üzerinden öğrencilerle akademisyen hocalarımız mentorluk pozitif psikoloji gibi eğitimlerin sonunda karşılıklı tanıma onaylama sürecini tamamlayacaklardır.

YETENEKLİ GENÇLERİMİZ HOCALARIMIZLA derslere girecek alanları ise laboratuvarlara girecekler Ar-ge yapmayı öğrenecekler.. İstanbul Üniversitesi, İstanbul Şehir Üniversitesi ve Üsküdar Üniversitesi proje ortaklarıdır. Müdürlüğünü yürüttüğüm Üsküdar Üniversitesi Özel Yetenekliler Uygulama ve Araştırma Merkezi projenin yürütücüsüdür. Proje koordinatörü Hüseyin Ünübol’dur.

Sloganımız MEYVE OLMANIZ YETMEZ.. BİR ZİHİNDE TOHUM OLUP GELECEK NESİLDE YEŞERİN.

Çok güzel. Çin’de genetik testler yapıyorlar çocuklarda. Türkiye’de de başladı, yapan firmalar ve hastaneler var. Bunun çok faydalı olduğu söyleniyor. Hükümet hiç bu konuda bir şey yapıyor mu?

Haklısınız, tükürükten bile yapıyorlar. Günümüzdeki problem, çocuğun durumunu tespit etmekten ziyade, tespit ettiğin çocuğa hangi araçlarla yol göstereceğinle ilgili. Tespit ettin, elinde şu kadar çocuk var. Ne yapacaksınız? Milli Eğitim Bakanlığı Rehberlik Araştırma Merkezi ile test ve rehberlik hizmetlerini yürütmekte bilim sanat merkezleri ve okullarımızda açılabilen destek odaları ile ise çocuklarımıza ve ailelere destek olmaktadır. BİLSEM’lerdeki çocuklarımızın iki yılda bir yetenek alanları ve motivasyonları test edilmeli ki daha çok öğrenci bu hizmetlerden yararlanabilsin.

Eğitimdeki değişimler eleştiriliyor. Asıl eleştirilmesi gereken şey, değişmeyen eğitimdir. Çünkü dünya değişiyor, nesil değişiyor, öğrenme ve öğretme modelleri değişiyor. Dünkü müfredat ve yöntemleriniz ile bugüne ve geleceğe hükmedemezsiniz.. Benim hayalindeki eğitim modelinde, sınıf geçmeler yerini ders ve konu geçmeye bırakıyor. Örneğin temel zorunlu 5 dersimiz olur, bunun yanında da yaklaşık 40 tane seçmeli ders olur. Çocuk kendi hikayesine göre, hayaline göre bu derslerden istediklerini seçer. Sonra geldi üniversiteye kayıt yaptıracak, benim hayalimde üniversite sınavı yok. Birden fazla diploma çeşidi olmalı ve üniversiteye girişte bu diplomalar dikkate alınmalı. Üniversite kabulünde denir ki matematik seviyeleri, sosyal bilimler seviyeleri üzerine farklılaştırılmış ve zenginleştirilmiş diplomalar üzerinden kabul yapar. Örneğin, öğrenciye ne okudun dendiğinde “Efendim ben Mat1 okudum, Fizik3 okudum, resimde şu başarılara sahibim, sanatta, folklorda şu eğitimleri aldım. Seçmeli derslerim bu.. Bakıyor Mat2 almışsın, ben Mat3 seviyesi istiyorum, onu da tamamla gel kaydını yapayım.” Gibi görüşmeler…

Bir yere girerken sınav yapılmaz, bir yere girerken yetenek ve alan taraması yapılır. Fıtrat taraması yapılır, neden istiyorsun taraması yapılır. Bir şey bitirilirken sınav yapılmalıdır. Türkiye’de de programımızda ve hayalimizde olan bir süreç bu.. Üniversiteye giriş sınavından bir an evvel kurtulup, süreci alan tamamlama üzerine dönüştürmemiz gerektiğini düşünüyorum.

“İnsan eğitmek” kavramından “insan yetiştirme” kavramına geçersek çocuğa ulaşma alanımız genişler.

Eğer bir medeniyet vizyonunuz varsa, insan tasavvurunuz var demektir. İnsan tasavvurunuz varsa, insan yetiştirme tasavvurunuz vardır. Eğitim dediğimizde okul, öğretmen ve müfredat üçlüsünün dışına çıkamıyoruz. Ama az önce dedik ki çocuklarımızın zeka ve şahsiyet gelişiminin %70’inde aile yanında. O zaman en güçlü eğitim kurumu aile. Buna nasıl destek vereceksin? Ekran yoluyla verirsin, mektuplaşmayla, tiyatro, sinema bütün araçları kullanabilirsin.

Sağlık Bakanlığı, 2 yaşına kadar çocuğu ve anneyi takip ediyor. Gelemiyorlarsa evine gidiyor. Hamilelik sürecini takip ediyor. 2 yaşına kadar fiziksel olarak bütün müdahalelerde maşallah çok iyi. Bunu şimdi zihinsel ve ruhsal olarak tamamlamamız lazım. Büyükşehirlerde akraba ilişkisi bitti. Akraba ilişkisiz çocuk büyüyemez. Anne-babayla, anneanne, babaanne, dede görmeden, komşu görmeden çocuk büyüyemez. Kimse bana büyüdü demesin.

Bakın belki CHP’nin en büyük dezavantajı bu. -Eğitimli olduklarını iddia ediyorlar ya- Çok lüks okullarda okuyup, çok salonlarda, çok seminerle yetişince, sokakta oynamayınca rakip olmayı, ekip olmayı, takım olmayı öğrenmedikleri için belki başarıyı yakalayamıyorlar. Bazılarının iyi düşünmesi yetmiyor. Halbuki biz sokaklardaydık, takım olduk, ekip olduk, komşuya gittik, bu arada yanımızda bir sürü insan bir şeyler anlattı, onları dinledik. Problem çözme kabiliyetlerimiz gelişti. Onlar problem ile karşılaşmadılar, çözmeyi bilmiyorlar. Biz problemin çocuklarıyız. Ve hep bunları çözmek üzerine kafa yorduk. 2002’de geldiğimizde biz ne yapacağımızı çok iyi biliyorduk. Geldikten sonra ne yapacağız diye düşünmedik.

Ben kendim için söylüyorum; SSK’dan izin kağıtları alıp, üniversite hastanesine gidip, doğum yapmış bir insanım. Ben kuyruk beklemenin ne demek olduğunu çok iyi biliyorum. Annemin köyden gelen akrabalarının hastane kapılarında nasıl beklediğinin ve saat 5’te nasıl sıra aldığının şahidim. Ben problemleri gördüğüm ve aştığım için yenilerini çözmekte zorlanmıyorum. 2002’de memleketin hizmet kurumları bölük bölüktü. Lojmanları ayrı, kooperatifleri ayrı, tatil köyleri ayrı, hastaneler ayrıydı. Öğretmenler hastanesi vardı, polis hastanesi vardı. Öğretmen evi, polis evi, hakim evi.. Herkesin evleri, yerleri, çarşıları, pazarları, tatil köyleri ayrı değil miydi? Şimdi bunların çoğu yargı da dahil halk için tek kurum haline geliyor.

Bir ailede memur, işçi, Bağkur’lu hastalandıklarında farklı farklı kurumlara gidiyorlardı. Sonra “Bir dakika ya! Milletin sağlık karşısında nasıl eşitsizliği olur?” diye konuştuk. Geçti ama bunlar, unuttuk.

Çocuk işçilerin en kötü kimi biçimleri bugün Türkiye’de hala görülüyor. Bu durum çocukları sağlık ve gelişim haklarından yoksun bırakıyor. Çocukları risk altına sokup, geleceklerini olumsuz etkiliyor. Çocuk işçilerin etkili bir şekilde denetim altında tutmak gibi bir çalışma var mı?

Çalışma Bakanlığı, Aile Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı iş birliği halinde bu çocuklar üzerine etkili çalışmalar sürdürüyor. Bazı bölgeler ve bazı ailelerde ne kadar çok çocuk olursa aileye o kadar çok gelir geliyor. Hatta bu yüzden bazı ailelerde çocuk sadece geçim kaynağı olarak görülüyor. Bunu maalesef suça itilen çocuklarda da görüyoruz.

Özellikle bu pamuk işçiliğinde, fındık toplama mevsimi geldiğinde çocuklar okullarını yarıda bırakıp başka bir şehre gidiyorlar, o şehirde çalışarak ailelerine katkıda bulunuyorlardı. Denetimlerle ilgili çok ciddi çalışmalar var. Hiçbir çocuk bir ailenin geçim kaynağı olmamalı, geçim için çalıştırılmamalı kesinlikle bunun engellenmesi lazım.

“ÖĞRETİCİYE DAVRANIŞ TESTLERİ DE YAPILMALI”

Başka ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de çocuklara, gençlere yönelik şiddet, ev-okul çocuk bakım kurumları, emniyet, yargı, kamuya açık yerler olmak üzere farklı ortamlarda kendini gösterebiliyor. Şiddete yönelik sorumluluk taşıyan yetişkinler ve yabancılar yer alıyor. Önüne nasıl geçilecek, neler yapılmalı?

Şiddet öyle bir olgu ki, güçlüden güçsüze doğrudur. Patrondan işçiye, kocadan eşine gelir. Ancak eş cüsseli ve güçlüyse kadından kocasına gelir. Yani şiddet hep güçlüden güçsüze doğru gelen bir eylem. Onun için her kim güçsüzse, güçsüz olduğu her yerde onu korumak lazım. Zulüm görenin örgütlenerek karşı çıkması lazım. Şiddet bir davranış bozukluğu ve kesinlikle tedavi edilmesi gereken bir şey.

Bir anımı paylaşayım. Bir vaka, bir eğitimci.. Ben eşini tanıyorum, bir gün evine gittiğimde yüzü gözü şiş. Eşi şizofren ama aynı zamanda eğitimci. Bakın; dedim  “Eşinizin kesinlikle tedavi olması lazım”. “Sakın abla öyle dersen şimdi doktora giderse şizofren teşhisi alırsa okuldan, meslekten atarlar” dedi. İlaçlarını nasıl temin ettiğini sordum. Şöyle yanıt verdi; “İlaçları, akrabalardan birinin üzerine yazdırıyor, onu da zaten kullanmıyor”. Özellikle eğitim kurumlarında, çocuğa yakın çalışılan yerlerde KPSS sınavı personel seçmek için yetmemeli. İnsanlar mesleklerini bilgi ile değil şahsiyetle icra ederler. Bilgi herkesin zamanla öğrenebileceği bir şey. Onun için de özellikle çocuğa yakın çalışanlara, sınavların yanında karakter, şahsiyet, davranış testlerinin de yapılması lazım. Bu testler şizofren mi, şiddet eğilimli mi olduğunu ortaya çıkarır. Ayıp bir şey değil, hepimizde bu duygular olabilir, bunlar tedavi ile geçen davranışlardır.

Şiddete karşı sivil toplum, aile, kamu ve basın yayın iş birliği içinde olmalı. Şiddeti azaltamadığımız bir toplumda verimliliği ve güveni elde etmemiz zor. Şiddet eğilimli kişilere karşı önce tedavi ve uyarma bunlar sonuç vermiyorsa daha etkin yöntemlere başvurulmalı. Şiddete başvurulan taraflar görevlerinde yükseltmeden men edilmeli. Çevre baskısı ile tecrit edilmeli ve yalnızlaştırılmalıdır.

Kategori: Makaleler
Önceki yazı
“Siyasetçi Misafir Gibi Karşılanmalı”
Sonraki yazı
Terör Örgütlerinin Tehlikesi Altındaki Gençler
Menü